KERBELA VE ÖNCESİ
HZ. İmam Hüseyin Ölümün Üstüne Yürüyor...
Hüseyin Ölümü seçerken de kolayını seçmedi. O'nun ölümü kurbanlık bir koyunun teslimiyeti içinde olmayacaktı. İntikam duygusuyla yanıp tutuşan bir kan düşmanının, kanun tanımazlığı biçiminde de olmayacaktı. Canından bezmiş, dünyadan bıkmış ve yaşama cesaretini yitirmiş bir zavallı intiharcının ucuz ölümü de olmayacaktı.
O, ölümünü katiline çok pahalıya mal edecekti. Onun katili, ilelebet döktüğü kanın hesabını çok acı biçimde ödemekle geçirecek, ancak asla bedelini ödeyip kurtulamayacağı pahalılıkta olacaktı.
Hüseyn ölümünü, zulüm düzenine karşı hiç dinmeyen bir kahır tufanına dönüştürecekti.
O'nün kanı, asla kurumayacak bir çağlayana dönüşüp zalimi boğacak, onun kurutmak istediği ideallere, adalet, hürriyet ve eşitliğe, yani "Öz Muhammedi İslam'a ab-ı hayat olacaktı.
O, Ölümün üstüne yürüyecekti. Bu yürüyüşte, mazlumlara, zalim karşısında nasıl yaşayıp, nasıl öleceğini öğreten "onurlu yaşam, izzetli ölüm mektebi" ni inşa edecek, aslında ölümsüzlüğü öğretecekti.
O, sıradan birisi olmadığı için, onun hayatı da ölümü de sıradan olmayacaktı.
O, sıradan yaşam ve sıradan ölümü, sıradan insanlara bırakmıştı.
Onun hayatında da memat'ında da asla pis kokular olmayacaktı.
O, peygamber reyhanesi, şühedanın dür da-nesi, Arş-ı Rahman'in küpesi, Şems-ü Kamer Nur didesi ve en temiz aşkın meyvesi Hü-seyn'di.
O, Mekke ve Mina'nın, Merve ve Sefa'nın, İslam ve Kur'an'ın Resul-i Hûda, Muhammed Mustafa'nın, Emetullah Fatıma, Esedullah Mur-taza'nın oğludur.
O, sıradan biri değildi. Sıradan doğmadı, sıradan yaşamadı, sıradan ölmeyecekti.
O, ölümün üstüne yürüyecek, katilinin hançeriyle aslında kendisini değil ölümünü boğazlatacak, kendisini ölümsüzleştirecekti.
Değil mi ki halka, adalet, hürriyet ve eşitlik nimetini kazandırmak uğruna, hak yolunda can feda edenler, Allah katına yücelip, ölümsüzleşirler?
Sevgili dostlar! Bu noktada sözü uzattığımın farkındayım. Ancak ister ilahî ve beşerî hukuk perspektifinden, isterse vicdanî ve ahlakî kıstaslar perspektifinden bakılsın, rezil Yezîd'in kesinlikle haksız ve Şehîd Hz. İmam Hüseyin'in baştan sona haklı olduğunu anlamak için bu safhayı çok iyi anlamak gereklidir.
Hüseyin'in ikamet ettiği Peygamber'in Medine'sinde, halkın daha Muaviye'nin ölümünden ve rezil Yezîd'in onun yerine saltanat tahtına oturduğundan haberi bile yokken ve orada bir savaş hali veya isyan çıkmamışken, Yezîd'in Medine valisine gönderdiği mektubunda, peygamber yavrusu Hüsey'nin ölüm fermanını verip, kellesini istemesini Yezîd avukatları hangi kıstasa göre haklı çıkarabilirler?
İster zalim ister adil olsun, bir rejime biat etmemek, yani açık kullanmak şartıyla EVET oyu kullanmamaktan dolayı, peygamber evladının kellesini istemenin meşruiyetini hangi kıstasla savunabilirler?!
Evet, Yezîd, Hüseyin'in bîat etmediği takdirde, ölüm fermanını verip kellesini istemişti. Hüseyin'in neden bîat edemeyeceğini az önce belirttik. Ayrıca yirmi senelik Muaviye dönemini de bîatsiz geçirmişti.
Yezîd'e bîat etmediği için, Peygamber evladını öylesine acımasızca kılıçtan geçirmeyi, ilahî kanun mu, evrensel beşeri hukuk mu, yoksa Yezîd avukatlarının vicdanları mı meşru kılar?
Evet, ölüm fermanını Yezid vermişti. Ama Hüseyin, şahadet yeri olarak Medine'yi uygun görmedi. Medine'de (bu facianın iki sene sonrası olduğu gibi) katliam yaşanmasına, Ravza-i mutahharanın kutsiyetine kan lekesi düşmesine gönlü fazı gelmedi, isyan çıkarmak isteseydi bunu, dedesi peygamberin Medine'sinde yapardı.
Hüseyin Mekke'de
Düşünmek için mühlet alıp valilikten ayrıldıktan sonra ailesiyle birlikte Mekke'ye gitti. Niçin mi? Zira Mekke Allah'ın fermanıyla aman evidir, oraya giren âmândadır.
Orada cinayet işlenmez, kimse öldürülemez.
ikincisi de (her ikisi de cahiliye döneminde bile riayet edilirdi.) Hac mevsimi nedeniyle imam Hüseyin'in Mekke'ye varışından yaklaşık üç ay sonra ailesinden önemli insanlar hac ibadeti için Mekke'ye geldiklerinden, onlarla durum değerlendirmesi yapma fırsatı buldu.
Bu vesileyle Yezîd'e neden biat etmediğini ve Yezîd'in meş'um iktidarının ilk icraatının, peygamber evladının katline ferman olduğunu bütün İslam âlemi öğrenmiş oldu.
Böylece Yezid'e, Hüseyn'in katlini bir oldu bittiye getirip, İslam dünyasını da kendisinin yayacağı yalan yanlış haberlerle yanıltma fırsatını vermemmiş oldu. Ayrıca İslam ulamasına zalim ve zulüm karşısında kendilerine düşen vazifeleri hatırlattı.
1 (Al-i İmran Suresi 3/79)
Hüseyn Kerbela Yolunda
İmam Hüseyin, yaklaşık dört ay kalarak yukarıda bahsettiğimiz yararlı çalışmalarından sonra hacc ibadetine başlamıştı ki Muaviye'nin baş danışmanı Amr As'in yeğeni Amr b. Said komutasında. Yezid'in terör timi hac bahanesiyle Mekke'ye gelince, İmam Hüseyn haremin harî-mini bozmamak ve Kabe'nin kudsiyetine kan lekesi düşürmemek için haccını bitirmeden Mekke'yi terk etmek zorunda kaldı.
Yezid, bunu yapacak kadar rezildi. Nitekim iki sene sonra Kabe'yi mancınıkla taş yağmuruna tutup yakıp yıkmıştı. İşte Hüseyn, buna sebep olmak istemiyordu.
Ayrılacaktı.
Ama nereye gidecekti?
Kendisine, "Mekke'de kalırsanız burası hem kendi dedenizin şehri hem de hazır yüz binlerce hacı burada toplanacağından, Yezîd'e karşı başkaldırmak için en müsait yer ve zamandır" diye akıl verenler vardı. (Askeri strateji bakımından belki de doğruydu) Ama ilkeleri, idealleri ve İslamî değerler uğruna hayatını koymuş olan Hüseyin, savaşın haram olduğu bu ay ve bu mekânda savaş istemiyordu.
"Yemen hem hükümet merkezinden uzak, hem coğrafi yapısı, munazzam ordulara geçit vermez, savunmaya çok elverşli hem de oranın halkı Ehl-i Beyt'e bağlıdırlar" diye Yemen'e gitmesini önerenler oldu. Ama Hüseyin, hakkında ölüm fermanı bulunan birisi olarak giderken, Yemen'e belayı da kendisiyle birlikte götürmüş olacaktı.
Yemen halkını habersiz ve hazırlıksız olarak koskoca imparatorlukla karşı karşıya getirip, büyük bela ve acılara sebep olacaktı. Hüseyin buna razı olmadı. "Madem öyle, bîat et kurtul" diyenler de oldu,
Hüseyin bir kez daha, yeryüzünde kendisi için hiçbir sığınak ve barınak olmasa dahi Muaviye oğlu Yezid'e biat edip zulüm düzenine onay ve destek vermeyeceğini kesin bir dille ifade etti.
Bu arada İmam Hüseyin'in Yezid'e biat etmeyip Mekke'ye gittiğini duyan Küfe halkı, elçi üzerine elçi, mektup üzerine mektup -hem de binlerce- göndererek Küfe'ye gelmesini istiyorlardı.
Bilindiği gibi Küfe Hz. Ali'nin hilafet döneminin başkentiydi. Küfe halkı hem İmam Ali'ye hem de İmam Hasan'a ihanet etmişti.
Onun için İmam'in yakınları, oraya gitmesine karşıydı. Ancak on bini aşkın mektup gönderen Küfeliler, ümmeti Yezid zulmünden kurtarmaya amade, yüz bini aşkın savaşçısıyla diğer vilayetleri de ateşleyip Yezid'in kontrolünden çıkarabilirdi.
Onun elinde kalsa kalsa bir Şam kalırdı. Değil mi ki bütün İslam illeri, Emevi zulmünden bıkmış durumdaydılar? Hüseyn eğer bu çağrılara geçmişe takılarak önyargılı yaklaşımla (başkaca alternatifi de yokken) kulak tıkarsa, zulüm düzeninden kurtulmak için doğan bu fırsatı kaçırmakla suçlanarak tarih önünde ve vicdan-ı ammede mahkûm olacaktı. Rahmetli Kemal Tahir'in dediği gibi "kaçan balık büyük olur".
Eğer Hüseyin müspet cevap vermeseydi, tarihin o dönemini tahlil eden herkes, Şam'ın dışında bütün İslam illerinin Yezid'e karşı nefret, Peygamber yavrusu İmam Hüseyin'e karşı sevgi ve saygı duyduğunu, hepsinin bir kıvılcım beklediğini, babası Hz. Ali'nin başkent yaptığı Küfe'nin de yüz bin silahlıyla bu kıvılcımı başlatmaya amade olduğunu tesbit edecekti.
Bu fırsattan, zulüm altında inleyen ümmeti mahrum bıraktığı için Hüseyin'i mahkum edecekti. Ayrıca bunca mektup karşısında olumlu cevap vermemiş, en sonunda durum tespit ve samimiyetlerini test etmek için gönderdiği amcası oğlu Müslim b. Akil de yazdığı raporda on binlerce insanın kendisine heyecanla bîat ettiklerini ve sabırsızlıkla beklediklerini Hüseyin'e bildirmişti.
Hüseyin kendi iç dünyasında Küfelilerin yine vefasızlık edeceğini düşünse de görünürde oluşan bu şartlar, tarih ve vicdan-ı amme karşısında Onu Küfe'ye gitmeye mecbur kılmıştı. Oraya gitmeye karar verdi.
Nasılsa Ölüm fermanı çıkmış ve Kabe'ye kan bulaştırmamak için Mekke'yi terk ederek bir yerlere gitmek zorundaydı.
Madem Kufeliler, onun üzerine oraya gitme, tarihi sorumluluğunu yüklemişlerdi. Sadık çıkarlarsa ne ala, İslam ve insanlık kurtulacak, bu şeref onlara nasip olacaktır; Vefasızlık ve döneklik ederlerse o zaman da vicdan-ı amme ve tarih karşısında Hüseyn değil, onlar mahkûm olacaklardır.
Mekke'den ayrıldı, daha yolda iken Yezid'in yeni Küfe valisi İbn-i Ziyad'ın entrika ve tehditleriyle Kufelilerin ahdlerini bozduğu haberini aldı. Kufe'nin üstünden yoluna çıkan bir alay Yezid askeriyle, çekişe-çekişe şehadet yeri olarak en uygun gördüğü Kerbela (keder ve bela) çölüne çadırlarını kurdu.
Hüseyn, zafer ümidiyle yanında gelenlere yol vermişti. Yanında kalan az sayıda insanı yeniden toplayıp yaptığı konuşmada boynunda başkalarının hakkı bulunanların kendisinden ayrılmalarını, bu kavgaya katılmamalarını söyledi.
Öyle ya, hak hukuk çiğneniyor diye can feda edilecek bu kavgada, hak yiyenlerin tabii ki yerleri yoktu. Zalim Emevi düzeninin kurutmak istediği "öz Muhammedi İslam'ın adalet, eşitlik ve hürriyet çınarı, haram kanla değil, ancak asil ve pak kanlarla sulanıp yeniden yeşertilebilirdi.
Onları kuşatan bin kişilik zulüm ordusunun öncü birliğinin ardından gelen binler, Al-i Re-sul'ü muhasara altına alıp suyollarını kestiler. Onları günlerce o sıcak çölde susuz bıraktılar.
Onlar ölüme meydan okuyan şehadete hazır,
Bir yudum suya hasret yetmiş iki kişiydiler.
Binlerin üzerine, birer birer gittiler.
Her yiğit kendi destanını yazsın İstediler.
Dünyaya kahramanlık dersi verdiler.
Ölümden korkmadıklarını âleme gösterdiler.
Bire otuz, öldürmeden ölmediler.
Onlar, su içmediler, Peygamber elinden şerbet içtiler.
Onlar, "biz özgürlüğe gidiyoruz.
Siz, dinsiz olsanız dahi özgür yaşayın bari" dediler.
Onlar, artık bedensiz baş ve başsız bedendiler.
Zalimin üzerine, onlar bedensiz geldiler.
Tarihin karşısına Zeyneb 'i şahid diktiler.
Hüseyn, Mekkeden Küf e Ve doğru ayrılırken durum icabı orada kalan kardeşi Muhammed bin Henefiyye'nin o vefasızlara güvenip gitmemesi için çok ısrar etmesi üzerine, Husyen ona bu gidişinin ilahî bir program olarak Peygamber'in emriyle şehadete yürüyüş olduğunu söyledi.
Bunun üzerine kardeşi Muhammed bin Hanefi'ye, "madem öyle bu kadınları neden yanında götürüyorsun? Peygamber hanedanından bunca kadının gözleri önünde sizin gibi azizlerinin öldürülmesi onları perişan etmez mi?" diye sorunca, Hüseyn, bunun da ilahî programın gereği olduğunu işaret ederek yoluna devam etmişti.
Gerçekten eğer şehidler bu vaka'nın tanıklarını yanlannda getirmemiş olsalardı, Yezid'in avanesi, Kerbela'da olup bitenleri, yani kendi rezilliklerini ve bu yiğitlerin kahramanlık destanlarını ve asırlara ışık tutan mesajlarını çarpıtmadan topluma dürüstçe anlatmaları mümkün müydü?
Olmasaydı Ali kızı Zeyneb ve beraberindeki Peygamber hanedanından iffet timsali onyedi hatunun doğru tanıklığı, tarihin bu önemli sayfası karanlıkta kalacaktı.
Ancak ilahî bir program, bu kadar dakik, bu kadar ilkeli ve bu kadar düzgün olabilirdi.
Evet, Yezid avanesi, Peygamber evladı ve az sayıdaki sadık dostlarını sekiz on yaşlarındaki çocuklarından, altı aylık bebeğine varıncaya kadar, Peygamber evlatlarını analarının, halalarının, eşlerinin ve bacılarının gözleri önünde günlerce susuz bıraktıktan sonra ok, mızrak ve kılıçlarla, acımasızca şehid ettiler.
Bununla da yetinmeyip naaşları üzerinde at koşturdular. Daha sonra tamamına yakın peygamber ailesinden olan yaşlı kadınların ve minnacık yavruların sığındıkları çadırları ateşe verdiler, yağmaladılar, şehidlerin başlarını keserek, mızrak ucuna takıp zincire vurulan analarının, bacılarının, kızlarının ve eşlerinin gözleri önünde Küfe'den Şam'a kadar şehir şehir dolaştırıp teşhir ederek Yezid'in sarayına götürdüler. Daha sonra sıcaktan soğuktan korumayan yıkık dökük bir harabeye bu hatunları hapsettiler.
Bütün bunları zaferlerini kutlamak ve halkı sindirmek için yapmışlardı.
Ama girdikleri şehirlerin çoğunda Zeyneb başkanlığındaki elleri zincirle bağlı ama beyinleri özgür tebliğ heyetinin etkisi o kadar büyük oldu ki direnişler baş gösterdi.
Hatta Şam'da bile başta zafer şarkıları söyleyip şiirlerinde Peygamber'den intikam aldığını mırıldanan Yezîd, durumun gittikçe aleyhine döndüğünü görünce, esirleri serbest bırakıp Peygamber ailesine yaptığı bunca zulmü valisinin üzerine atmaya kalkıştı. Tabii ki samimi değildi.
Zira:
1-İlk baştan emri veren kendisiydi.
2-Esirler ona getirildiğinde neden zafer bayramı kutluyordu ?
3-Vali kendi başına, Peygamber hanedanına bunca zulmü yapmış idiyse neden valiyi cezalandırmadı?
Yezid avukatları bunca mezalim bir yana, altı aylık bir bebeğin hangi suçtan dolayı öldürüldüğünün bile cevabını veremezler.
Kaldı ki Hüseyn'in sorusunun cevabını kim verecek? O şöyle sormuştu " Peygamberler evladı olduğumu bile bile, kanımı dökmenizi caiz kılacak dinin hangi hükmünü ihlal ettim ?
“Ve siz ey Kufeliler ! Ben buraya siz çağırdınız. Çağırdığınıza pişmansanız bırakın gideyim."
"Ve sen ey Yezid ordusunun komutanı! Sizin işiniz benimle bırak bu Peygamber yavruları dedelerinin Medine'sine gitsinler. Beni de al götür Yezid'e, öldürecekse o öldürsün."
İmam Hüseyn bu mealde ki sözleriyle;
1)- Kan akmasını istemediğini, kan akıtma meraklısı olmadığını deklare etmiş oldu.
2)- Yezid ve avanesine vicdan ve Allah karşısında hiçbir mazeret bırakmamış oldu.
3)- Yezid'in, Peygamber evladının kanını akıtma sorumluluğunu başkalarının üzerine atmasına fırsat vermemek istedi. Ama Yezid Hüseyn'i sağ değil, ölü istemişti. Kesilmiş kellesini istemişti. Yezid'in hangi memuru onun gibi bir diktatör zalimin emirlerine aykırı hareket edebilirdi?
Böylece Hüseyn,Yezid'in Ehl-i Beyt'in kanına susamış olduğunu, evlad-ı Peygamberi öldürerek, ondan Bedir'de öldürülen müşrik dedelerinin intikamını almak istediğini açığa çıkarmış oldu. Nitekim Yezid, Hüseyn'in kesik başına çubukla vurarak okuduğu zafer şarkılarında bunu açıkca dile getiriyordu.
Hüseyn programını öyle eksiksiz yapmıştı ki Yezid taraftarlarına en küçük bir haklılık payı bırakmamıştı. Artık bu mezalimi hiçbir hukuk kıstasıyla savunma imkânı bırakmamıştı.
Bu arada Zeyneb ve kafilesi esaret zinciri altında olmalarına rağmen, götürüldükleri her şehirde Şam dahil Yezid ve avanesinin gaddarca işledikleri cinayet ve zulümleri öyle eksiksiz ifşa ettiler ki ( Kerbela destanının aşura sonrası bölümü ) öyle kusursuz yazdılar ki Yezid, sindirmeği umduğu ümmetin, öfke tufanıyla karşı karşıya kalmıştı. Kendi hanımları bile Zeyneb'in safına geçmişti. Yezid, kelimenin tam anlamıyla köşeye sıkışmıştı. Artık zafer sarkılan söylemiyordu. Hüseyn'e ve yaranına bütün bu yapılanları, artık o da lanetliyordu.
Yezidin kendisinin bile lanetlediği mezalimin savunmasına yeltenen Yezid'den daha yezitçilere ne demeli ?!
Yezid düşmanı, Ehl-i Beyt dostu canların dikkatlerine saygılarımla.