Tarihimizden bahsederek günümüze gelmek istiyorum…
Bugün imrenerek baktığımız ve uygar ülkeler dediğimiz, ülkelerin hepsi
13. asırda büyük bir karanlık içindedir. İnsanların kazıklara oturtulduğu engizisyon mahkemelerinin kurulduğu, mezhep çatışmalarından dolayı binlerce insanların katledildiği bu çağdaş dediğimiz ülkelerin tam tersine Anadolu bir dostluk yurduydu. Çünkü barış vardı, 72 milleti kucaklama vardı, zulmün din adına yapılmadığı insanın insanca muamele gördüğü devir yaşanıyordu.
Ve bu güzelliklerin yaşandığı devreye batı gıpta ile bakıyordu. Bu gün bizler batıya nasıl hayranlıkla bakıp, o ülkelere gitmek için can atıyorsak, o günde feodalitenin onlar da bize, bu gün bizim baktığımız gibi bakıyorlardı.
Batının tüm devletleri bir araya gelse bile, Osmanlıya kafa tutamayacak güce Osmanlı nasıl sahip olmuştu?
İşte bunu sormak ve bunun cevabını bulursak bu günkü sorunlarımıza da doğru teşhis koymuş oluruz. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminde gerek kuraklık ve gerekse Moğol istilalarından bıkmış olan halk, yeni bir yurt bulmaya zorlanmış olan kavimlerin Anadolu’ya gelerek bu Devletin kuruculuğunu üstlendiklerini görürüz.
Kimdir onlar? Horasan erenleri dediğimiz pirler ve mürşitlerdir. Önce küçük bir beylik olarak oluşan Osmanlı Devleti o günlerde bir taraftan Bizans’ın zaafa uğraması, diğer taraftan Selçuklu imparatorluğunun son günlerini yaşamasıydı. Ve büyük bir kargaşanın yaşandığı bu dönemde, Pir-i Türkistan dediğimiz Şah Ahmet Yesevi’nin, Hz. Muhammed ve ilmin batini sahibi Hz. İmam Ali’den esinlenerek, o doğru yorumu yani pınarın başında ki tertemiz berrak sudan su alarak, Tüm yaratılmışı yaratandan dolayı seven ve cümle alemi birlik gören tasavvufi İslam anlayışını, insanı merkeze koyarak, insanı inciten Tanrı’yı inciteceğine inanan “Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm” diyen ve insanı Tanrının bir tecellisi sayan, insanı kendisine halife eden insanı gerçek yerine oturtan İslam anlayışıyla ve bu değerlerle yüklü dedelerin ve pirlerin öncülüğünde Osmanlı Devleti kuruldu. Bu felsefeyle topluma yön verildi, o kadar ki bu yeni devlet kurulurken bunun nasıl olacağını ve nasıl yönetileceğini Otman’a söyleyen ve yön veren o dönemin büyük düşünürü ve bir Alevi dedesi olan Şeyh Edebali’dir.
Şeyh Edebali olsun, Hacı Bektaş Veli Olsun ve diğer Horasan erenleri olsun, Şah Ahmet Yesevi’nin İslam anlayışıyla Osmanlı devletine yön vermişlerdir. O dönemlerde Balkanlara, Budapeşte’ye kadar gidilmiş ve oralar İslamlaştırılmıştır. Onca zulme rağmen bu gün hala Balkanlar da yaşayan Bektaşileri örnek vermek lazımdır.
Ülkemizi İslamlaştıran Aleviliktir. Osmanlının kuruluşunda Alevilik vardır, bir devletin omurgası ise o devletin ordusudur. Osmanlının omurgası da yeniçeridir ve yeniçerinin piri de Hacı Bektaş Veli’dir.
Bunun için bizim ülkemiz ortaçağı yaşamakta olan diğer İslam ülkelerin karanlığını yaşamamıştır. Çünkü önünü uygarlıktan yana dönmüştür, onun için Atatürk gibi büyük bir değeri yetişmiştir.
Alevi İslam anlayışını kabul edenler açısından Atatürk büyük bir kurtarıcıdır. İslam’ın, gerçek İslam’ın yeniden doğuşudur.
Emevi ve Abbasi değerlerine bulaşmış ve onlarla kaplanmış İslam anlayışı yerine; pırıl, pırıl tasavvufu yavaş, yavaş ön plana çıkaracak olan, İslam’ı saf haliyle insanlara siyasal iktidardan arınmış olarak, Kuran’ın kendi asıl mesajına uygun yorumuna paralel bir yaklaşımı getiren Mustafa Kemal’e Hz. Ali gibi bakmışlar, Hz. Ali gibi algılamışlardır. Hz. Ali devlet hayatında da Kuran mesajlarının egemen olmasını istemiştir. Nedir o? Yönetenlerin halk tarafından seçilmesi, emanetin ehline verilmesi, devletin halk için var olması ve devlet hizmetinde tümüyle halk için çalışmaları, hele rüşvet, su istimal, kayırma gibi olaylara hiçbir şartla yer verilmemesi, Hz. Ali’nin yönetim düsturlarından birisidir. İnsanlar arasında ayrım yapmadan, yasaları ayrımsız uygulamanın ilk örneğini, açık ve net bir biçimde gösteren Hz. Ali’dir. Bu manada Aleviler Atatürk’ü, Hz. Ali’nin don değiştirmiş şekli olarak kabul ederler. Niye? Çünkü Mustafa Kemal’in başlattığı bağımsızlık hareketini başarıya ulaştıran hareket yanı zamanda İslam’ın yeniden dirilişi manasına geliyor; ama bu diriliş, tasavvufi manada bir diriliştir.
O dönemlerde o insanlar nasıl aydınlığı yaşamışlarsa bugün bizlerin yakalayamamasının altında o değerleri aramak lazımdır. Yoksulluk dahi paylaşılmış ve o yoksulluğu zenginliğe dönüştürebilmiştir. Bugün çöplüklerde ekmek toplayıp yaşamaya çalışan insanlar ve para harcayarak yer bulamaya insanları kıyasladığınız zaman ne demek istediğim anlaşılacaktır. İşte bu toplumsal anlayışı ve inancını toplumsal ve dayanışmasını sağlayan Azerbaycan’ın Hoy şehrinden gelen ve Hacı Bektaş Veli’nin yanında bulunan Ahi Evran’ın tasavvufi İslam anlayışı egemen kılınmış ve 600 yıl devam edecek bir imparatorluğa ilham kaynağı olmuştur. O inançsal ve felsefi yaklaşım, İslam’ı kul hakkı yemeden, insanı severek Tanrı’ya ulaşmak ve varlığını başkalarının yoksulluğuna çare bulmak ve paylaşmak olarak gören inanç o gün kuvvet kazanmıştır.
Çalışmayı en büyük ibadet kabul eden anlayışla dünyanın en büyük imparatorluğunu kurarken, Yunus gibi, Mevlana gibi ve Hacı Bektaş gibi değerlerin hümanizmi Anadolu topraklarına ekliyordu.
İşte buralarda kendi İslam anlayışlarını saz eşliğinde, semah dönerek ve Cem yaparak kadın-erkek birlikte bir arada ibadet yaparak, İslam’ı bu şekilde anlayan ve uygulayan bir anlayış, 600 yıllık bir imparatorluğun temelinde de önemli bir harcı oluşturacak. Ve 16. asrın ilk çeyreğine kadar, dünyanın önünde duramayacağı ve tümüyle güçlerini bir araya getirseler bile eşitliği sağlamayacağı bir devletin temelini atacaklardı. Peki, ne oldu da böylesine bir anlayış, böylesine bir düşünce sistemi, inanç sistemi, böylesine bir devlet modeli zaman içerisinde eğer Mustafa Kemal ortaya çıkmasaydı bugün hepsinin sömürge olarak devam edeceği darmadağın bir İslam dünyası haline dönüşmüştür.
İşte bunun cevabını bilinçli bir şekilde bilip, okullarda çocuklarımıza öğretmezsek Türkiye Cumhuriyetine molla kafalı, irfansız, vicdansız nesiller yetiştirip, ülkemizin geleceğini ortaçağa mahkûm kılarız.
İslam deyip ellerine dün Sıffıyn savaşında örneğini gördüğümüz gibi kuran’ı alıp şeriat isteriz, “Hâkimiyet Allah’ındır” diyen nesiller yetiştirip ve bu zihniyeti siyasallaştırıp insan hayatını irfansızlığa mahkûm kılarız.
Oysa “Hâkimiyet Allah’ındır” deyip bağıranlara Hz. İmam Ali, ne güzel cevap verir: “Evet hakimiyet Allah’ın’dır ama, devleti de insanlar yönetir” diye buyurur. Ne yazık ki 21. yüz yılda halen bunu anlamamış olmaları ne büyük talihsizliktir.
Peki, bu inanç sistemine ne oldu?
16. yy. başlarında ikinci bir Türk devleti kuruluyor. Doğuda ise safavilerin devamı olan ve içerisinde ağırlıklı olarak Türkmenlerin bulunduğu 13 yaşında bir çocuk diyeceğimiz biri bir devlet kurmaya başlıyor ve de kuruyor. Başkenti, Tebriz’dir. Erzincan, Sivas, Malatya, Elazığ civarlarının Türkmen aşiretleri içerisindedirler. Kuran kişi, büyük bir ozan, büyük bir Ehli Beyt dostu, tasavvufçu, büyük bir şair, yazar, edip ve kendisi de Ali-Muhammed soyundandır. Bu özelliklerinden dolayı Osmanlı padişahı ikinci Beyazıt da büyük bir hayranlık uyandırıyor ve bu hayranlık onu Bektaşiliğe kadar götürüyor.
Onun Bektaşiliği ise onun sonunu hazırlıyor. Trabzon valisi olan oğlu Yavuz Selim onu tahtından indirerek yerine oturur ve sorunlarda başlar. Yavuz Selim’in ilk işi; Safavilerin üzerine yürümek ve yürürken de devletin arşivlerinde e ki kayıtlara göre 40.000 alevi insanın katletmesiyle başlıyor.
Anadolu da karanlık devir başlıyor.
Yavuz Selim 1516 yılında Mısır’a yürüyor. Memlukluları yeniyor ve dönerken‘ de hilafet sancağını ve emarelerin sakal-ı şerif dâhil, Hz. Muhammed’ e ait varsa onları alarak geliyor. Ama şah İsmail ‘ in ektiği inanç tohumunu yok edebilmek içinde mısır ‘ da ki “El Ezher medrese” sinden 1000 ulema getiriyor. Bilim ve aklın egemen olduğun üniversiteler artık bunların İslam anlayışıyla yönetilmeye başlanıyor. Anadolu da kıyımlar ve kırımlar başlıyor, fetva dönemi devreye giriyor. Ulamanın verdiği fetvalarla canlar alınmaya başlanıyor.
Yavuz Selim İstanbul’a ayak basar basmaz ilk işi Şeyhülislamı çağırıyor; “Senin ilk yapacağın iş derhal bana fetvalar vermektir” diyor.
Şeyhülislamlar istenilen fetvaları vermekte tereddüt etmezler, hem de ne fetvalar; Mühime defterinden bir örnek: “İran’ın Osmanlı devleti içindeki halifelerden olduğu ve kendisi gibi halife olan diğer bazı müfsitlerle işbirliği yaparak halkı ifsad ettikleri. Bildirilen budaközü iddialar doğru ise toprak kadısı marifetiyle yakalanıp ya gizlice Kızılırmak’ta boğulmaları veya hırsızlık ve haramilikle suçlanarak haklarından gelinmesi.” (Cemal Şener, Osmanlı belgeleri Alevi-Bektaşi) bunun gibi onuruna yakışmayan, bir inancı etmeye yönelik yüzlerce fetvalar.
Bu karanlıklara dur diyecek bir aydın kişi, kurtarıcı isim, halkın destek ve güvenini yanına alarak ortaya çıkıyor.
Kimdi bu kişi; adıyla şanıyla, Mustafa Kemal ATATÜRK’tü
Şimdi anladınız mı Atatürk’ü niçin çok sevdiğimizi. Atatürk bu köhnemişliğe (saçmalığa) son verdi, Din ve vicdan özgürlüğünü sağladı. Avrupa bir yandan sanayileşirken, pozitif ilimleri baş tacı edip en büyük yatırımı insana yaparken, Osmanlıya ne oldu da hantal ve bu gelişmelere kayıtsız kalarak çöküşüne zemin hazırladı?
Kendi değerlerine sahip çıkmadı, işte bu gidişe, bu çöküntüye ulusal kurtuluş savaşıyla son veren Mustafa Kemal Atatürk’tür. O büyük insan, bunları görmüş, analizini yapmıştı. Arap ülkelerinin hemen, hemen tümünü gezmiş görmüş ki gelişmesi gereken insanların nasıl çağ dışı kaldıklarına şahit olmuştur.
Arap örf ve adetlerinin nasıl İslam adına yutturulduğunu ve insanların uyuşturulduğunu görmüştür.
Yüce kitabımız çalışmayı ve üretmeyi ibadetten saymışken, Arapların sadece eğilip, doğrulmayla Allah’a ulaşılamayacağını bilmiş ve görmüştür. Bu gidişin kırılması gerektiğine inanmış ve onu yapmıştır. Onun için Türk halkını ayrım yapmadan Alevi’si, Sünni’si, Laz’ı, Çerkez’i, Kürt’ü, Türk’ü herkesi yanına alarak, hepsini bir yumruk yapmış ve yeni bir devlet modelini yani Cumhuriyeti kurmuştur.
İnançta, Osmanlının tam tersini yaparak din insanla Allah arasındadır, oraya kimse giremez ve karışamaz diyerek, Devletin yönetimini tamamen akıl ve bilime dayandırmıştır. 16. asırdan sonra Devlet modelini tamamen Arap İslam anlayışının devleti tıkadığını görerek, kurulacak devlet yönetimin modeli “laisizm” demiştir.
Latin harflerini kullanarak, Arap etkisini yıkmıştır. Anayasa da eşitlik ilkesini getirerek bu ülkede yaşayan her insan kanunlar önünde eşittir demiştir.
Artık bu ülkede Şeyhülislamların fetvalarıyla değil, hukuk devleti olarak yönetilecektir. Herkesin siyasi düşüncesi, felsefesi, rengi, dili, dini, ırkı ne olursa olsun kanunlar önünde eşit olacaktır. Evet, Aleviler bu modelde kurtuluşu gördüler ve Atatürk’e Hacı Bektaş Veli’nin tekerrürü dediler ve onu etrafında kenetlendiler.
Onun için sevdiler, onun için ATATÜRK’ÇÜYÜM dediler ve onun izinden yürüdüler. Ne mutlu Cumhuriyet’ten yana olanlara, ne mutlu Atatürkçü olanlara…
Ne mutlu laisizmin gerçek değerini anlayıp kardeşçe yaşayanlara…
Ne mutlu ülkemizin birliğini, ulusallığını ve bağımsızlığını savunanlara…
Ülkemizin kurtarıcısı ve ulu önderimiz, Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını bir kez daha şükranla anıyor, Tanrı’dan rahmet diliyorum.
Alevîlik, Muhammed Ali’nin kurduğu bir yoldur. Bu yola ancak akla karayı, doğru ile yanlışı, hak ile ...
DevamAlevilere yüzyıllarca “Rafizi”, “Kızılbaş” dendi. Daha doğrusu Hz. Ali’yi sevenlere “Dinden çıkmış, ...
Devam13. asırda büyük bir karanlık içindedir. İnsanların kazıklara oturtulduğu engizisyon mahkemelerinin ...
DevamHayat denilen yolculuk -doğumdan ölüme- göz açıp kapayıncaya kadar çabucak geçmektedir. Kişi son nef ...
DevamTüm mesele; “Işık mı karanlığı boğacak; yoksa karanlık mı ışığı boğacak?” Eğer ışık karanlığı boğabi ...
Devam