Anadolu’nun İslamlaşmasında ki ve aydınlanmasında ki rolünü bilebilmek için, diğer İslam ülkeleriyle kıyaslamak gerekir.
Neden 52 İslam ülkesi Türkiye ile kıyaslandığında hala perişanlık içerisindedirler? Teknolojide olsun, diğer birçok alanlarda olsun bu geri kalmışlığın içerisinde acaba İslam olmanın bir faktörü var mıdır?
İşte bu yaklaşımın doğru bir yaklaşım olmadığının ispatını yapmak gerekir.
Bunun için de tarih bilincine sahip olmamız gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Bugün imreniyle baktığımız ve uygar ülkeler dediğimiz ülkelerin hemen hepsi, Alevi İslam anlayışının egemen olduğu bir dönemde büyük bir karanlık içindeyken, insanların kazıklara oturtulduğu, engizisyon mahkemelerinin kurulduğu, mezhep çatışmalarından dolayı binlerce insanların katledildiği bu çağdaş dediğimiz ülkelerin tam tersine Alevi İslam anlayışının egemen olduğu bölgelere imreniyle bakıyorlardı. Çünkü o ülkelerde barış vardı, 72 milleti kucaklama vardı, zulmün, din adına yapılmadığı, insanın insanca muamele gördüğü devir yaşanıyordu.
Ve bu güzelliklerin yaşandığı devre batı gıpta ile bakıyordu. Bugün bizler batıya nasıl hayranlıkla bakıp, o ülkelere gitmek için can atıyorsak o günde feodalitenin yaşandığı onlar da bize, bugün bizim baktığımız gibi bakıyorlardı.
Batının tüm devletleri bir araya gelse bile, Osmanlıya kafa tutamayacak güce Osmanlı nasıl sahip olmuştu?
İşte bunu sormak ve bunun cevabını bulursak bu günkü sorunlarımıza da doğru teşhis koymuş oluruz.
13’üncü asra baktığımız zaman, yani Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminde Alevi İslam anlayışının gerek kuraklık ve gerekse Moğol istilalarından artık bıkmış olan bu kaçmaya, yeni bir yurt bulmaya zorlanmış olan kavimlerin Anadolu’ya gelerek bu Devletin kuruculuğunu üstlendiklerini görürüz.
Kimdir onlar? Horasan erenleri dediğimiz pirler ve mürşitlerdir.
Önce küçük bir beylik olarak oluşan Osmanlı Devleti o günlerde bir taraftan Bizans’ın zaafa uğraması, diğer taraftan Selçuklu İmparatorluğunun son günlerini yaşaması ve büyük bir kargaşanın yaşandığı bu dönemde, İslam’ın, Pir-i Türkistan dediğimiz Şah Ahmet Yesevi’nin, Hz. Muhammed ve İlmin batini sahibi Hz.İmam Ali’den esinlenerek, o doğru yorumu yani pınarın başında ki tertemiz berrak sudan su alarak, tüm yaratılmışı yaratandan dolayı seven ve cümle âlemi birlik gören Tasavvufi İslam anlayışını, insanı merkeze koyarak, insanı inciten Tanrı’yı inciteceğine inanan, “Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm” diyen ve insanı Tanrının bir tecellisi sayan, Kur’an yorumuyla, insanı kendisine halifesi eden, insanı gerçek yerine oturtan İslam anlayışıyla ve bu değerlerle yüklü dedelerin ve pirlerin öncülüğünde Osmanlı devleti kuruldu. Bu felsefeyle topluma yön verildi. O kadar ki, bu yeni devlet kurulurken bunun nasıl olacağını ve nasıl yönetileceğini Otman’a (Osman değil) söyleyen ve yön veren o dönemin büyük düşünürü ve bir Alevi dedesi olan Şeyh Edabali’dir.
Şeyh Edebali olsun, Hacı Bektaşi Veli olsun ve diğer Horasan erenleri olsun, Şah Ahmet Yesevi’nin İslam anlayışıyla Osmanlı devletine yön vermişlerdir.
O dönemde Balkanlara, Budapeşte’ye kadar gidilmiş ve oralar İslamlaştırılmıştır. Onca zulme rağmen bu gün hala Balkanlar da yaşayan Bektaşileri örnek vermek lazımdır.
Bu gün hala mehteran takımının söylediği gülbengler de Hacı Bektaşı Veli’nin gülbengini çıkarmaya ne kadar çıkarmaya çalışırlarsa çalışsınlar, ne kadar izlerini yok etmeye çalışırsa çalışsınlar, ne kadar Hacı Bektaşı Veli’nin dergâhında ki kitapları yok edip yağma etmeye çalışırsa çalışsınlar, onların ışığını bu ülkeden söndürememişlerdir. Onun için bizim ülkemiz ortaçağı yaşamakta olan diğer İslam ülkelerin karanlığını yaşamamıştır. Onun için önünü uygarlıktan yana dönmüştür. Onun için Atatürk gibi büyük bir değeri yetiştirmiştir.
Güneşi balçıkla sıvamaya kimsenin gücü yetmemiş ve de yetmeyecektir. O dönemde o insanlar nasıl aydınlığı yaşamışlarsa bu gün bizlerin yakalayamamasının altında o değerleri aramak lazımdır. Yoksulluk dahi paylaşılmış ve o yoksulluğu zenginliğe dönüştürülebilmiştir. Bu gün çöplüklerde ekmek toplayıp yaşamaya çalışan insanlar ve para harcayacak yer bulamayan insanları kıyasladığınız zaman ne demek istediğim anlaşılacaktır.
İşte bu toplumsal anlayışı ve inancını (Bu çok önemli. Bir şeyi başarabilmek için önce ona inanman gerekir.) toplumsal dayanışmasını sağlayan Azerbeycan’ın Hoy şehrinden gelen ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin yanında bulunan Ahi Evren’in tasavvufi İslam anlayışı egemen kılınmış ve 600 yıl devam edecek bir imparatorluğa ilham olmuştur.
O inançsal ve felsefi yaklaşım, İslam’ı, kul hakkı yemeden, insanı severek Tanrı’ya ulaşmak ve varlığını başkalarının yoksulluğuna çare bulmak ve paylaşmak olarak gören inanç, o gün kuvvet kazanmıştır.
Çalışmayı en büyük ibadet kabul eden anlayışla dünyanın en büyük imparatorluğunu kurarken, Yunus gibi, Mevlana gibi ve Hacı Bektaş dergâhında yetişenler ve Hacı Bektaş Veliden 250–300 yıl önce oralara gelmiş olan, 11’nci asırdan itibaren İslam tasavvufunun en büyük dedelerinin barındığı Dersim’i görmek lazımdır. Ama ne yazık ki oraları sadece ve sadece tatsız olaylarla görüyoruz.
İşte buralarda kendi İslam anlayışlarını saz eşliğinde, semah dönerek ve cem yaparak, kadın erkek birlikte ve bir arada ibadet yaparak, İslam’ı bu şekilde anlayan ve uygulayan bir anlayış 600 yıllık bir imparatorluğun temelinde de önemli bir harcı oluşturacaktı ve 16’ncı asrın ilk çeyreğine kadar dünyanın önünde duramayacağı ve tümüyle güçlerini bir araya getirseler bile eşitliği sağlamayacağı bir devletin temelini atacaklardı.
Peki, ne oldu da böylesine bir anlayış, böylesine bir düşünce sistemi, inanç sistemi, böylesine bir devlet modeli zaman içerisinde eğer Mustafa Kemal ortaya çıkmasaydı bu gün hepsinin sömürge olarak devam edeceği darmadağın bir İslam dünyası haline dönüşmüştür. Neden?
İşte bunun cevabını bilinçli bir şekilde bilip, okullarda çocuklarımıza öğretmezsek Türkiye Cumhuriyetine molla kafalı, irfansız, vicdansız nesiller yetiştirip, ülkemizin geleceğini ortaçağa mahkûm kılarız. İslam deyip ellerine dün Sıffiyn savaşında örneğini gördüğümüz gibi Kur’anı alıp şeriat isteriz, “hâkimiyet Allah’ındır” diyen nesiller yetiştirip ve bu zihniyeti siyasallaştırıp insan hayatını irfansızlığa mahkûm kılarız.
Oysa, “Hakimiyet Allah’ındır” deyip bağıranlara Hz. İmam Ali, ne güzel cevap verir: “Evet hakimiyet Allah’ın dır ama, devleti insanlar yönetir” diye buyurur. Ne yazık ki 21’nci yy.da halen bunu anlamamış olmaları ne büyük talihsizliktir.
16’ncı yy. başlarında ikinci bir Türk devleti kuruluyor. Doğuda ise Safavilerin devamı olan ve içerisinde ağırlıklı olarak Türkmenlerin bulunduğu 13 yaşında bir çocuk diyeceğimiz biri bir devlet kurmaya başlıyor ve de kuruyor. Başkenti, Tebriz’dir. Erzincan, Sivas, Malatya, Elazığ civarlarının Türkmen aşiretleri içerisindedirler.
Kuran kişi, büyük bir ozan, büyük bir Ehlibeyt dostu, tasavvufçu, büyük bir şair, yazar, edip ve kendisi de Ali- Muhammed soyundandır. Bu özelliklerinden dolayı Osmanlı padişahı II’inci Beyazıt da büyük bir hayranlık uyandırıyor ve bu hayranlık onu Bektaşiliğe kadar götürüyor.
Onun Bektaşiliği ise onun sonunu hazırlıyor. Trabzon valisi olan oğlu Yavuz Selim onu tahtından indirerek yerine oturur ve sorunlarda başlar.
Yavuz Selim’in ilk işi; Safavilerin üzerine yürümek ve yürürken de Devletin arşivlerinde ki kayıtlara göre 40.000 Alevi insanın katledilmesiyle başlıyor.
Yavuz Selim 1516 yılında Mısır’a yürüyor. Memlukluları yeniyor ve dönerken de hilafet sancağını ve emarelerini, sakal-ı şerif dahil, Hz.Muhammed’e ait ne varsa onları alarak geliyor. Ama Şah İsmail’in ektiği inanç tohumunu yok edebilmek içinde Mısır’dan 1000 tane vahabi mezhebinden olan “El Ezher medrese”sinden ulamalar getiriyor. Bilim ve aklın egemen olduğu üniversiteler artık bunların İslam anlayışıyla yönetilmeye başlanıyor. Devletin mezhebi de sünnilik oluyor.
Fetva dönemi devreye giriyor. Ulamanın verdiği fetvalarla canlar alınmaya başlanıyor.
Yavuz Selim İstanbul’a ayak basar basmaz ilk işi Şeyhülislamı çağırıyor; “Senin ilk yapacağın iş derhal bana fetvalar vermektir” diyor. Şeyhülislam;
- Nasıl bir fetvadır bu padişahım? Yavuz;
- Vereceğin fetvada diyeceksin ki; Anadolu’daki tüm Hrıstiyanları Müslümanlaştırmak ve Alevileri de sünnileştirmek, aksini isteyenlerinde katlinin vacip olduğunun fetvasını ver.
O dönemin şeyhülislamı Zembilli Ali efendi cevabını verir;
-Sen padişah olabilirsin ama ben emirleri senden değil Allah’tan alırım. Allah’ta yüce kitabında “Dinde zorlama ve tiksindirme yoktur. Ben sana böyle bir fetvayı vermem” diyor.
Evet, padişaha bunu söylemenin bir bedeli olacaktır. O bedelle kellesinin koparılması oluyor.
Yerine gelen şeyhülislamlar istenilen fetvaları vermekte tereddüt etmezler, hem de ne fetvalar; Mühimme defterinden bir örnek: “İran’ın Osmanlı devleti içindeki halifelerden olduğu ve kendisi gibi halife olan diğer bazı müfsidlerle işbirliği yaparak halkı ifsad ettikleri bildirilen Budaközü kazasından Süleyman Fakih ile kendisine tabi olanların, haklarında ki iddialar doğru ise toprak kadısı marifetiyle yakalanıp ya gizlice Kızılırmak’ta boğulmaları veya hırsızlık ve haramilikle suçlanarak haklarından gelinmesi.” (Cemal Şener, Osmanlı belgelerinde Aleviler- Bektaşiler, Karaca Ahmet Sultan yay.)
Şimdi anladınız mı Atatürk’ü niçin çok sevdiğimizi. Atatürk bu köhnemişliğe son verdi. Din ve vicdan özgürlüğünü sağladı.
İşte bu fetvalarla Anadolu’da kıyımlar başladı. Aleviler ve Bektaşiler inançlarından dolayı katlediliyorlardı. Ya İslam’ı Arap Emevi zihniyetiyle kabul edip sünni olacaksınız, ya da kelleniz koparılarak katledileceksiniz.
Buna karşı çıkan yok mu? Var. İşte 16’ncı yy. bir ses:
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.
.......
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.
Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz
O da bizim ulumuzdur pirimiz
Hakk’a teslim olsun garip canımız
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.
İşte Anadolu’da ilk yer değiştirme harekâtının başladığını o dönemde görüyoruz. İnsanlar inançlarından dolayı can telaşına düşmüştür. Yer ve yurtlarını terk ederek uzaklara, dağlara, devletin elinin ulaşamayacağı yerlere taşınmaya başlamışlardır
O dönem Selçukluların son dönemidir. O dönemde sünniliği kabullenmiş çok az insan vardır. O Horasan erenleri dediğimiz pirlerden irşad olmuşlardır.
Onun için Anadolu Sünnisi Alevilere yakındır. Onun için Anadolu Sünnisi, Afganistan Taliban Sünnisine benzememektedir.
İşte o gün yani bundan 500 yıl önce dağlara kaçanlar inançlarını koruyabildiler. Gerisi, onlar da Sünnileştiler.
Bir örnek vermem gerekirse; Anadolu’da “Canbek” aşireti vardır. Bu aşiret Erzincan da ve Sivas’ta Alevidir, Konya da sünnidir.
Aynı aşiret, yani akrabalar birileri Alevi diğerleri Sünni.
En basit bir örnek daha vermem gerekirse; Benim ailem de bir sürgündür. Dedemin ve babamın yaşadıklarını, inançlarından dolayı çektikleri ızdırapları ve çileleri kalemlerin yazmaya gücü yetmez. Bu insanların tek suçu vardır; Alevi olmak, daha da ötesi inanç önderi “dede” olmaktır.
Bunlara rağmen bu mübarek insanların gönlündeki hoş görüyü, sevgiyi silememişler, yine ulusal birlikten yana, yurt severlikten yana tavırlarını koyup düşmanlık yapmamışlardır. Çünkü inançları düşmanlığı kabullenmiyor, yasaklıyor.
Peki, ne oldu da Anadolu halkını, o hoş görü sahibi, insanları seven, insanı her şeyin merkezi olarak kabul eden anlayışı yerine, Arap değerlerini, Arap örflerini bizlere İslam adı altında yutturmaya kalkan bir anlayış, sadece Osmanlı imparatorluğunun kaderini etkilememiş, o yörede oturmakta olan halkın da kaderini önemli ölçüde etkilemiştir.
Avrupa bir yandan sanayileşirken, pozitif ilimleri baş tacı edip en büyük yatırımı insana yaparken, Osmanlıya ne oldu da hantal ve bu gelişmelere kayıtsız kalarak çöküşüne zemin hazırladı? Kendi değerlerine sahip çıkmadı.
İşte bu gidişe, bu çöküntüye ulusal kurtuluş savaşıyla son veren Mustafa Kemal Atatürk’tür. O büyük insan, bunları görmüş, analizlerini yapmış, Arap ülkelerinin hemen hemen tümünü gezmiş ve görerek, gelişmesi gereken insanların nasıl çağ dışında kaldıklarına şahit olmuştur. Arap örf ve adetlerinin nasıl İslam adına yutturulduğunu ve insanların uyuşturulduğunu görmüştür. Yüce kitabımız, çalışmayı ve üretmeyi ibadetten saymışken, Arapların sadece eğilip, doğrulmayla Allah’a ulaşılamayacağını bilmiş ve görmüştür. Ve bu gidişin kırılması gerektiğini inanmış ve onu da yapmıştır. Onun için Türk halkını ayrım yapmadan; Alevi’si, Sünni’si, Laz’ı, Çerkez’i, Kürt’ü, Türk’ü herkesi yanına alarak, arkasına alarak, hepsini bir yumruk yapmış ve yeni bir devlet modelini yani Cumhuriyeti kurmuştur.
İnançta, Osmanlının tam tersini yaparak, Din insanla Allah arasındadır, oraya kimse giremez ve karışamaz diyerek, Devletin yönetimini tamamen akıl ve bilime dayandırılarak, 16’ıncı asırdan sonra Devlet modelini tamamen Arap İslam anlayışının devleti tıkadığını görerek; kurulacak devlet yönetimin modeli “laisizm”dir demiştir.
Latin harflerini kullanarak, Arap etkisini yıkmıştır. Anayasa da eşitlik ilkesini getirerek bu ülkede yaşayan her insan kanunlar önünde eşittir demiştir.
Artık bu ülke şeyhülislamların fetvalarıyla değil, hukuk devleti olarak yönetilecektir.
Herkesin siyasi düşüncesi, felsefesi, rengi, dili, dini, ırkı ne olursa olsun kanunlar önünde eşittir.
Evet, Aleviler bu modelde kurtuluşu gördüler ve Atatürk’e Hacı Bektaş-ı Veli dediler ve onun etrafında kenetlendiler.
Onun için sevdiler, onun için Atatürkçüyüm dediler ve onun için onun izinden yürüdüler.
Yüceler yücesi Allah cümlemizi güzelliklerden iyiliklerden ayırmaması niyazı ile...
Gerçeğe Hu…
Buyruk ve Erkânnâme’lerin hemen hepsinde Hz. Ali’yi anlatmak için rivâyet edilen bir hadîs bulunmakt ...
DevamMevlâna 1207 yılında Horasan’ın Belh bölgesinde Vahş kasabasında doğmuş 1273 yılında Konya’da vefat ...
Devam3 SÜNNET 7 FARZ (3. BÖLÜM) 4. Farz: ‘’Hak ile Hak Olmak’’ Her işte Hakkı görmek. Tanrısal Âlemin içi ...
Devam1- Farz: ‘’Dosta Dost Olmak’’ Yol içinde olanlarla yoldaş olmaktır. Alevi inancının gerekliliklerini ...
Devam3 SÜNNET 7 FARZ (1. BÖLÜM) 3 Sünnet 7 Farz, 4 Kapı 40 Makam, 12 İşlek… Bu kurallar bütünü Alevi – Kı ...
DevamAlevîlik, Muhammed Ali’nin kurduğu bir yoldur. Bu yola ancak akla karayı, doğru ile yanlışı, hak ile ...
Devam